12. si düzenlenmesine rağmen, benim ilk kez katıldığım bir organizasyondu Sinema - Tarih Buluşması. Daha önce hiç filmini izlemediğim ülkelerden film izleme şansını vermesi ve biletlerin 4 Tl olması 11-17 Aralık tarihlerinde Alkazar sinemasında olmama sebep oldu. Darbaraye Elly / About Elly, El Secreto De Sus Ojos / The Secret in Their Eyes, Original, De Laatste Dagen Van Emma Blank / The Last Days Of Emma Blank, Daniel & Ana gibi bazı istediğim filmleri izleyemedim ama yinede güzel geçti benim için.


Francis Ford Coppola'nın son filmi olan Tetro, festivalin en beklenen filmlerinden biriydi herhalde. Benim girmem gereken bir dersimin iptal olması sonucu, kendimi filme girerken buldum. Açılışındaki ışık oyunları ile iyi bir film olduğuna dair sinyalleri veriyor ve oluyorda. Küçük kardeş Bennie 'nin uzun zamandır görmediği abisini aramaya gitmesi ve tekrar bir aile olma çabasını anlatıyor film. Vincent Gallo, Maribel Verdu ve Alden Ehrenreich başrolleri oluşturuyorlar. Vincent Gallo haricinde oyunculuklar harika diyebilirim ama Vincent Gallo karaktere tam uymamış gibi geldi bana. Her türlü duyguyu içinde barındırıyor film ve teker teker yaşatıyor size bu duyguları. Gölgeler ve aynalarla yapılan oyunlarda filme ayrı bir renk katmış. Siyah-Beyazın yakıştığı nadir filmlerden biri benim için.

Phantomschmerz / Phantom Pain konusu, yönetmeni veya oyuncuları açısından benim için pek bir önem ifade etmiyordu ama Alman filmi olması, benim gibi almanca öğrenen biri için filmi kesin gidilecekler listesine ekleyiverdi. Phantomschmerz, bacak kesilmesi gibi durumlarda, hastanın ameliyattan sonra rüyalarında bacağı kesilir gibi duyduğu acılar için kullanılan bir terim. Türkçeye Acının Hayaleti olarak çevrilmiş. Til Schweiger, Jana Pallaske, Stipe Erceg gibi oyuncuları barındıran film, Matthias Emcke'nin ilk uzun metraj denemesi. Hayatı zaten yeterince dağınık olan bisikletçi Mark'ın, uğradığı bir vur-kaç yüzünden sol bacağını kaybetmesinin ardından tekrar hayata tutunmaya çalışmasını anlatıyor film. Aşırı derecede dağınık ilerliyor film. Senaryo sanki defalarca farklı şekilde yazılıp sonradan her birinin iyi yanları alınmış gibi duruyor. Sıra sıra dizilmiş olayları izliyoruz sadece. Oyunculuklar diğer unsurlara göre gayet başarılı ama olağanüstü denilecek bir tarafları yok malesef. Filmin en büyük artısı ise açılışı Sia - Breathe Me ile yapması. Kısacası benim açımdan eğitici ama hafif sıkıcı bir deneyim oldu.

Robert Glinski'nin yönetmenliğini yaptığı Swinki / Piggies, festivalin en iyilerinden biriydi bana kalırsa. Polonya'nın Almanya sınırındaki bir kasabasındaki gençlerin komşularının özendikleri hayatlarını yaşamak için aradıkları çıkış yolları ve bu arayışta düştükleri durumları anlatıyor film. Başrol oyuncusu Filip Garbacz'ın olağanüstü performansı sayesinde film bir üst seviyeye çıkıyor. Klasik bir küçük kasabadan kurtulmaya çalışan gençlerin hikayesi olmuyor film, senaryo ve yönetmeninde başarısıyla. Her ne kadar güzel olsa da, bahsettiği konularda biraz daha derine inmeyi başarsa çok daha etkileyici olmayı başarabilecek aslında. Sahne devamlılığı konusunda ise biraz sorunu varmış gibi geldi ama çekilen sahnelerin zorluğu ve başrolünün yaşı göz önüne alınınca, olur o kadar denilebilir. Sonuçta izlenmeyi hak eden bir yapım çıkarmış ortaya yönetmen. Başrolü Filip garbacz ise hem Karlovy Vary'den hem de Polonya F. F.'den ödül almış.


Beğendiğim filmlerden bir diğeride Demain dès l'aube / Tomorrow at Dawn oldu. Yönetmeni Denis Dercourt'un bir önceki filmini de izlemiş, beğenmiştim. İkisi arasında tarz olarak pek bi' farklılık yok ama güzel bir film ortaya koymuş yine. Kendisinin de müzisyen olmasından kaynaklı olsa gerek izlediğim her iki filminde de piyanist olan bir ana karakter vardı. Filmin konusunu ilk okuduğumda hayalimde canlandırdığım film bambaşkaydı. Bu kadar teferruatlı bir film beklemiyorum açıkçası. Piyanist Mathieu, annesinin rahatsızlığı nedeniyle hastaneye yattığı süre boyunca kardesi Paul'e göz kulak olmak için, eski evlerine taşınır. Paul de bir süredir devam ettiği Napolyon Dönemindeki savaşları canladırma işini takıntı haline getirmiştir. Onunla aynı kafadan yüzlerce insan, haftasonları buluşup, savaşları yeniden canlandırmaktadırlar. Paul'ün ısrarı üzerine, bu toplantılardan birine Mathieu da katılır ama bilmiyodur ki bu oyundan istediği zaman çıkamayacaktır. Gerilimi sonuna kadar size hissettiren bir film olmuş. Bunda senaryonun başarısından çok iki başrol Vincent Perez ve Jeremie Renier'ın çok çok iyi performanslarının payı var. Yönetmenin müzsiyen olması, müziklere yansımış tabiki. Düellolar ve müziği çok iyi harmanlayıp sunmuş önümüze, izlerken etkilenmemek, havaya girmemek elde değil. Kısacası "Ne insanlar var yahu" düşünceleri eşliğinde izlenen, başarılı bir film olmuş.

İzlediğim ilk Macaristan yapımı film olan Utolsó idök / Lost Times'ı pek beğendiğim söylenemez ama Macar sinemasını merak ettirme açısından başarılı oldu sayılır. Yönetmenin aynı zamanda senarist yani Áron Mátyássy'in sammiyetine bir türlü inanamadım film boyunca. Birkaç filmi bir araya getirmiş gibi geldi bana. Taşrada geçen, ana karakterlerden birinin otistik olduğu, diğerinin ' o kahrolası küçük kasabadan' çıkış yolları aradığı, içinde tecavüz olan ... filmlerin tuttuğunu görüp yapılmış bir film gibi geldi bana her saniyesi. İçinden gelen yerine, tutması mümkün olan bir film yapmak istemiş bence. Filmin müziklerinin çoğunluğunun ( belkide sadece onlar aklımda kaldı, tam bilemiyorum) ingilizce olması filme hiç yakışmamış bence, özelliklede filmin adının verildiği şarkının. Bunların dışında otistik karakteri canlandıran kız biraz aşırıya kaçıyor gibiydi ama diğer oyuncular genç olmalarına rağmen, iyi oynamışlar. Birde ufak bir ayrıntı vericek olursam, filmde kullanılan yolcu otobüsü, şu anda İstanbul'da kullanılan 2 tür kırmızı belediye otobüslerinden biriymiş. Koltuklu haliyle ben pek benzetemedim ama arkadaşım kendinden çok emin konuştu.

İlk uzun metraj filmiyle tanıştığım bir diğer isim Mona Achace oldu. "L'Elégance du Hérrison" adlı kitaptan uyarlanmış Le hérisson / Hedgehog. Kitabını bilemeyeceğim ama filmi çok güzel olmuş. Senaryo üzerinde çok uğraşılmamış ama kötüde olmamış. Karakterler üzerinden giden bir film "Le hérisson". Yönetmenin karakterleri oluşturmadaki ve bir o kadar önemli olan doğru oyuncu seçimindeki başarısı filme çok şey katmış. 12. yaş gününde intihar etmeyi düşünen, büyük akıllı, küçük bedenli Paloma Josse, apartman görevlisi Renée Michel ve apartmanın yeni ev sahibi Kakuro Ozu'nun evdeki yaşamlarını ve birbirleriyle olan ilişkilerini anlatıyor film. Çok sade ve içten karakterler oluşturulmuş. Onları sevmek ve empati kurmak hiç zor olmuyor, böyle olunca filmden alınan zevk kat kat artıyor. Küçük oyuncu Garance Le Guillermic'i ağzınız açık bir şekilde izlememek imkansız. Büyümüşte küçülmüş dediğimiz çocuklardan birini değil (zaten hiç sevmem öyle çocukları) harbiden yetişkin birinin görüşlerine sahip ve o kadar olgun bir karakteri çok başarılı bir şekilde canlandırmış. Diğer performanslarda çok iyi ama Garance Le Guillermic'in gölgesinde kalmaktan kurtulamıyorlar malesef. Kaire Film Festivalinde almadık ödül bırakmamış. Zaten bırakmasın da.


İzlediğim yedi film arasından en beğendiğim ise Flickan / The Girl oldu. Yine ilk filmini çeken bir yönetmen (Fredrik Edfeldt) ve yine çok başarılı. Bu sene ilk filmlerin yılı oldu neredeyse. Aliesi bir yardım programıyla Afrika'ya gidip, 10 yaşından küçük olduğu gerekçesiyle küçük kızı evde halasıyla bırakır. Halasının tanıştığı bir adamla çekip gitmesinin ardından, küçük kız kendi başının çaresine bakar. Bu arada komşuları ve edindiği arkadaşlar sayesinde yetişkinlerin hayatlarını tecrübe eder. Bütün bir filmin yükünü başroldeki kız çok başarılı bir şekilde taşıyor. Bütün olayları onun penceresinden izliyoruz. Bu yaşta bu kadar ağır bir rolün altından çok iyi kalkmış. Film oldukça sade ama bir o kadarda etkileyici. Senaryoda çok iyi yerlere temas edilmiş ve çok güzel ayrıntılar oluşturulmuş. Bu kadar güze film ödülsüzde kalmamış tabiki. Berlin ve Atina'dan ödüllerle dönmüş. Kuzey taraflarının filmlerini sevenler için güzel bir öneri olur.

2 serzeniş:

Sara dedi ki...

yazdıklarınla sevdim ben şimdiden filmi
teşekkürler öz=)

Erdem Emin Akçay dedi ki...

Ben de 4 filme gittim festivalde. Gidemediğin "Gözlerindeki Giz" filmi oldukça başarılıydı, Flickan ve Swinki'yi izleyebilmiş olmak güzel bir deneyim, bu festival olmasa haberim bile olmazdı sanırım bu iki filmden. Bir de şu sıralar vizyona giren Amelia filmine gittim, oldukça sıkıcıydı :)