11 KIZGIN AT, BİR AT SİNEĞİ

Antik Yunan filozofu Sokrates’in hikâyesini felsefeye ucundan köşesinden bulaşan herkes az buçuk bilir. Platon’un ünlü diyaloglarının başkahramanı, Sokratik diyaloğa ismini veren kişidir Sokrates. Bir gün Delfi Kâhini’ne en bilge insanın kim olduğu sorulur. O da Sokrates olduğunu söyler. Bunu duyan Sokrates, kâhinin yanıldığını düşünür ve kendinden bilge birini bulmak için insanlarla konuşmaya başlar. Bütün gün agorada dolaşarak insanlara sorular sormaktadır ve bildiklerini iddia ettikleri şeyleri aslında bilmediklerini ve bunun da farkında olmadıklarını anlar. Kâhine hak verir, zira diğer insanlardan farklı olarak o en azından hiçbir şey bilmediğini bilmektedir. Bir çeşit at sinekliğidir Sokrates’in yaptığı, atların başına konarak onları sinirlendirir, sorular sorarak aslında hiçbir şey bilmediklerini kendilerinin görmesini sağlar, huzursuz eder ve sonunda ölüm cezasını kendisi için kaçınılmaz kılar.


Sidney Lumet’in 1957 yılında çektiği ve yönetmenliğini yaptığı ilk film olan 12 Kızgın Adam filminde de Henry Fonda, Davis rolüyle bir nevi modern Sokrates’i temsil etmektedir. Filmde varoş mahallelerde büyümüş 18 yaşında bir genç taammüden cinayet suçuyla, babasını öldürmekten dolayı yargılanmaktadır. Çocuğun elektrikli sandalyeye gidip gitmeyeceğini 12 jüri üyesinin kararı belirleyecektir. Ancak karar üzerinde hepsinin ortaklaşması gerekmektedir. 11 jüri üyesi nerdeyse hiç düşünmeden suçlu der, yalnız Davis suçsuz oyu verir. Her şey bu kadar ortadayken neden suçsuz dediğini sorduklarındaysa bilmiyorum, der, sadece konuşmak istiyorum. Bundan sonra ipucu olarak ortaya konulan ve diğer jüri üyelerinin hiçbir şüphe duymadığı, aksine gerçekliğin ta kendisi olarak gördükleri nedenler tek tek tartışılır. Sonrasında jüri üyelerinin kararlarını nasıl birer birer değiştirdiğini görürüz.

Karar vermek için jüri odasına geçtiklerinde başta herkes az çok neşeli görünmektedir. Birbirlerine işlerinden bahsederler, beyzboldan konuşurlar, şakalaşırlar ama üzerine konuşmaları gereken dava sanki onları ilgilendiren en son şeydir. Zira zaten hepsi kararını vermiştir ve bir an önce oylarını verip gitme, ironik bir şekilde çocuğu elektrikli sandalyeye gönderip hayatlarına devam etmek istemektedirler. Tek bir kişi düşünceli gözükmektedir ve bütün ilgisini üzerinde konuşmak için toplandıkları davaya vermiştir. Çocuğun suçsuz olduğuna dair tek oy çıkınca sinirler gerilmeye başlar ve çoğunluk için bundan sonra tek amaç bu at sineğini başlarından def etmek, yani onu ‘haksız’ olduğuna ikna etmektir. Davis’in ise karşı tarafı ikna etmek gibi bir derdi yoktur. Sadece ortada hala yeterli şüphe duymayı gerektirecek makul sebepler varken ve çocuğun suçlu olduğu kesin bir şekilde ortaya koyulmadıkça konuşmak gerektiğine inanmaktadır. Çocuğun suçsuz olduğundan emin değildir ama çocuğa ölüme göndermeden önce biraz da olsa konuşmak gerektiğini bilmektedir. Diğerleri için ise mesele doğruyu bulmak değil o tek farklı sesi bir an önce bastırıp yollarına devam etmektir. Burada sadece çoğunluk oyuna dayanan ve tartışmayı, çok sesliliğin gerekliliğini göz ardı eden bir demokrasi eleştirisini de görürüz. Bundan sonra bütün film boyunca o on bir adamın nasıl kişisel sebeplerle böyle bir karara varmış olduklarını anlarız, ama Davis bunların hiçbirini onlara açık bir şekilde söylemez. Jüri üyeleri konuştukça kendi çelişkilerini kendileri görürler zaten. On saniye önce iddia ettikleri şeyin tam tersini söylerken bulurlar kendilerini çoğu zaman. Belli bir prensipten ve mantık ilkesinden yoksun sadece haklı çıkmaya çalışarak konuşurken bütün çıkmazlarını tek tek ortaya sererler. Çelişkileri çıktıkça daha çok sinirlenirler ve sinirlendikçe sabit fikirlerine daha çok sarılırlar, etrafındakilere daha çok saldırırlar ve meseleyi daha da kişisel bir hale getirirler.

Söz gelimi, jüri üyelerinden biri tam bir yabancı düşmanıdır ve bu Latin Amerikalı kenar mahalle delikanlısına notunu başından vermiştir. ‘Onlar’ zaten her zaman yalan söylerler ve çocukluğundan beri birçok olaya karışmış bu çocuğun bu suçu işlemesi işten bile değildir. Bu ırkçı adam böyle sakat bir mantık çıkarsamasıyla savunur görüşünü başından beri. Aslında ortada savunulacak bir görüş de var denemez; bunun için adam daha çok bağırarak ve etrafındakilere ‘gerçeği’ göremedikleri için alaylı bir şekilde saldırarak kendi ırkçı önyargılarını paylaşmaya zorlar onları. Ama ne zamanki bunu elindeki kanıtlarla ispatlamaya çalışır, işte o zaman vahim çıkmazı ortaya çıkar. Çocuğun cinayeti işlediğini gördüğünü iddia eden şahide kayıtsız şartsız inanır. Ama Davis onun da bir varoş sakini olduğunu, yani ‘onlar’dan biri olduğunu hatırlatıp çocuğa inanmayıp şahide nasıl inandığını sorduğunda diyecek bir şey bulamaz. Başından beri bu yaşlı adamın söylediklerine çok da rahatsız olmadan kulak veren diğer jüri üyeleri de cehaletlerine uyandıkça bu adamı dinlemez olurlar. Adamın önyargıları kendi önyargılarıdır aslında; bastırmak istedikleri ses de farklılığın sesi değil, farklılığa tahammülsüzlüğün kaba gürültüsüdür.

Diğer bir jüri üyesinin mesleği ise simsarlıktır. Başından beri soğukkanlılığını korur, onun için bu dava borsada parayla oynamaktan farksızdır. Son kanıt da çürütülene kadar çocuğun suçlu olduğu fikrinden vazgeçmez ama en başında daha hiçbir şeyden emin olmadan suçlu olduğu kanaatine varır. Sadece rakamlarla oynamayı bilen bu adam için bir çocuğun elektrikli sandalyeye gönderilmesi o kadar da önemli değildir. Suçlu oyunu vermesi için zayıf kanıtlar yeter ama fikrini değiştirmesi için bu kanıtların hepsinin çürütülmesi gerekmektedir. Çocuğun babasının öldürüldüğü saatte gittiğini iddia ettiği filmi hatırlayamamasını babasını öldürdüğüne dair bir kanıt olarak gösterir ama kendisi bir baskı altında olmamasına rağmen birkaç gün önce gittiği filmin adını ve oyuncularını o anda tam olarak hatırlayamaz.

Başka bir jüri üyesinin ise tek derdi oylamanın bir an önce bitmesidir, zira beyzbol maçına bileti vardır ve maça vaktinde yetişmek istemektedir. Ve başlarda Davis’e “yüz yıl konuşsan fikrimi değiştiremezsin” diyen bu adam ilerleyen dakikalarda iş bir an önce bitsin diye kararını bile değiştirir, fikrini neden değiştirdiğine dair ortaya hiçbir gerekçe sunamadan hem de. Aynı, oyunu her yeni kanıtın masaya yatırılmasında defalarca değiştiren diğer ilgisiz jüri üyesi gibi...


Bir tanesi vardır ki bütün kanıtların çürütülmesi bile oyunu değiştirmesine yetmez. Onun derdi ise tamamıyla kişiseldir. Oğluyla iki senedir görüşmemektedir ve oğluna olan öfkesini sadist bir şekilde bu çocuktan çıkarmak istemektedir. Sadistçe davrandığını ona hatırlatan Davis’e “seni öldüreceğim” diye bağırır, hiç de öyle bir niyeti olmamasına rağmen. Ve tam o anda biraz önce, çocuğun babasına “seni öldüreceğim” diye bağırmasını kanıt olarak gösterdiğini herkesle birlikte hatırlar.

Film bu ve benzeri onlarca çelişkinin su yüzüne çıkmasına sahne olur. Jüri üyelerinin tutundukları gerekçeler tek tek kendileri tarafından çürütülür. Durum böyle olunca artık kızacak bir muhatap da bulamazlar, zira en başta bildiklerine emin oldukları şeyi bu kadar körü körüne savunmalarının altında aslında nasıl kişisel önyargıların(ırkçılık gibi), günlük kaygıların, çoğunluğa itaat etme telaşının ve iç hesaplaşmaların yattığını anlarlar. Aslında Davis pek bir şey yapmamıştır zira tek yaptığı soru sormaktır, aynı Sokrates gibi. Belki de çok şey yapmıştır çünkü onu duymamakta ısrar eden, daha çok onunla alay etmeyi tercih eden kendinden emin jüri üyelerine karşı tek başına durmayı ve onlara ‘sinir bozucu’ sorular sormaya cesaret etmiştir. Başından beri çocuğun suçsuzluğundan emin olmadığını söyler. Tek iddia ettiği şey çocuğun suçsuz olmasının mümkün olduğudur ve aksi ispatlanmadıkça verilecek bu kadar ciddi bir kararın çok yanlış olacağıdır. Ne hakikati bildiğini iddia eder, ne de karşı tarafın yola gelmesi gerektiğini, sadece şüphe duymak gerektiğini… Ve işte on bir adamın bilmediklerini anlamaları ve kendileriyle yüzleşmeleri bu sokratik diyalog sayesinde gerçekleşmiştir.

12 Kızgın Adam, başındaki mahkeme salonu, sonra lavabo sahnesi ve son sahne dışında tamamen tek mekanda, yani jüri odasında geçmektedir. Bu açıdan geniş bütçeli olmalarıyla ünlü diğer Amerikan filmleriyle garip bir tezat oluşturmaktadır. Ayrıca filmin son sahnesinde iki jüri üyesinin birbirlerine isimlerini söylemeleri dışında yargılanan çocuk da dahil filmde hiç isim kullanılmaz. Filmin sonunda sadece Davis’in ve ona ilk desteği vererek sürüden ayrılma cesaretini gösteren yaşlı adamın ismini öğrenmemiz filmin bütünü ve demek istedikleri açısından kanımca bilinçli bir tercih. Zira filmde sadece bu iki şahsiyet farklı olma cesaretini göstererek ortaya bir karakter koyuyor ve önyargılı çoğunluğun diktatörlüğü altında ezilmeyerek seslerini bize duyurabiliyorlar..

7 serzeniş:

Gökhan Yıldız dedi ki...

sanki güzel bir blogda bununla ilgili bir yazı okumuştum, adı neydi blogun tam hatırlamıyorum ama sigara ile ilgili bir şeydi. sonrasında filmi de izledim, bu kadar küçücük bir alanda, bu kadar az bir bütçeyle beni sıkmadan o saatleri ilerletebildikleri için kendilerini tebrik ettim.

yarabandı dedi ki...

jüri sistemini oldukça mantıksız bulan biri olarak oldukça başarılı bulmuştum filmi. filmin tek mekan olması, siyah beyaz olması beni hiç sıkmamıştı. Hatta sürükleyici bile denilebilir.

Bu arada yazının başlığı ve ilk paragrafta anlattıklarınla yazıyı birleştirmen çok güzel olmuş :)

kibrit kutusu dedi ki...

bu filmi birkaç kez izlemiştim. ancak son paragrafta yaptığınız tesbit hiç aklıma gelmemişti. yani şu karakterli olma ve filmde bir karakter olabilme arasındaki ilişki... harika!

neftiss dedi ki...

Ben de yazıyı yazana kadar bu bağlantıyı kuramamıştım. İnsan yazarken daha aktif düşünebiliyor izlediği şey hakkında galiba:)

Adsız dedi ki...

yorumlarınıza bakarak filmi cok begenecegimi hissettim.ilk fırsatta izlicem.çok guzel bir yazı olmus.

Adsız dedi ki...

Bu filmi izlemek bana çok şey kattı . Bu filmde önyargının ne kadar tehlikeli olduğunu ve önyargıların nasıl kırıldığını gördüm . Mükkemmel bir film gerçekten izleyenlere çok şey katacağını umuyorum.

Adsız dedi ki...

Hic bu kadar bir filmi begenecegimi düşünmemiştim onyargilarim vardi filmin siyah beyaz olmasi vs ama müthişti