Boş Ev belki de Kim Ki Duk’un üzerine en çok söz söylenebilecek filmi. Bu biraz da filme nasıl bir okuma yaptığınıza bağlı ama önemli olan bir gerçek var ki yönetmen bu filminde kendi ülkesinden, çevresindeki nesnellikten beslenerek bütün insanlığı ilgilendiren konuları tartışmaya açıyor. Modern dünyanın yarattığı otorite ve mülkiyet arzularına biraz daha yakından bakınca bu sosyo-politik koşulların insanı nasıl kendine bile yabancılaştırdığını görüyor, eğer farklı olanın üzerinde düşünme cesaretiniz varsa artık çok kanıksadığınız yalnızlığınız ve duyarsızlığınıza hayret ediyorsunuz…

Genel ahlak anlayışının tasvip etmeyeceği sıradışı karakterleriyle düş ve gerçeğin sınırında gezinen bu filmle yönetmen, seyircinin karakterlere ölçülü bir mesafede durup onları tanıyıp, onlarla uzlaşma olanaklarının kapılarını aralarken, bizlere, kahramanların içinde yaşadığı nesnelliği sorgulama imkânı tanıyor, bu şekilde kendi nesnelliğimizi de sorgulama fırsatımız oluyor.



Filmin başında genç adamı BMW motosikletiyle Seul şehrinin sokaklarında dolaşıyor ve ilk bakışta evlere servis yemeklerinin ilanlarını dağıttığını görüyoruz. Sonradan anlıyoruz ki aslında 21. yüzyılın okumuş evsizlerinden biri o da. Evsizliği zoraki bir durum değil, kendi tercihi; bir ikamete sahip olmamayı seçiyor bu gizemli genç, aynı konuşmamayı seçtiği gibi. Başkalarının evlerinin boş hallerini seviyor bu sessiz adam. Böylece başkalarının yaşamlarının izlerine dokunabiliyor onların yokluklarında, neleri unutup neleri biriktirdiklerini görebiliyor. Gündüzleri sokak gezip tespit ettiği boş evlere geceleri giriyor bu tuhaf yabancı. Amacı hırsızlık değil, tanımadığı hayatların izlerini sürmek. Girdiği bu evlerin yataklarında yatıyor, onların dolaplarından karnını doyuruyor, koltuklarında oturuyor ve resim albümlerine bakıyor. Evi terk etmeden önce de ev sahiplerinin kirli çamaşırlarını yıkıyor, asıyor, evlerindeki bozuk aletleri tamir ediyor. Unuttuğumuz nesnelerin şiddete yol açabileceğini, onları öyle bırakmamız gerektiğini anlıyoruz ilerleyen dakikalarda. Zira bu delikanlının düzelttiği bir oyuncak tabanca sahiplerine zarar veriyor. Sonra bu tuhaf gencin günün birinde girdiği evin boş olmadığını fark etmesiyle evlerde yalnızca nesneleri değil insanları unuttuğumuzu da görüyoruz. Sessiz genç, kocası tarafından şiddete maruz bırakılan bu eski modelin varlığını bir süre sonra fark ediyor, tabi genç kadın da onu. Sonra bu unutulmuş, hırpalanmış kadını da tamir etmeye başlıyor. Yönetmenin bu gizemli yaklaşımıyla genç kadının da konuğunu bekleyen ihmal edilmiş bir boş ev olduğunu anlıyoruz: “Bütün yalnız ve kayıp ruhlar birer boş evdir, sahibini, konuğunu bekler” diyen yönetmen bu yalnız ruhları buluşturduğu kavşakta bizi de sözcüklere gerek olmayan bir yolculuğa dahil ediyor.

Bu yolculuk sayesinde insanların mülkiyet arzularıyla daha yakından tanışma imkânı bulmuş oluyoruz. İnsanların otoritelerini sadece nesneler üzerinde değil, insanlar üzerinde de kurmaya çalıştığını, bunu sağladığı zaman da o kişiyi mülkiyeti altına aldığına tanık oluyoruz. Otoritesinin sarsıldığı zaman “meşru” şiddete başvurabildiğini, “meşru” şiddetin yetmediği yerde kendi ihmal ettikleriyle ilgileneni kendi yöntemleriyle cezalandırma hakkını kendinde bulduğunu görüyoruz. Bu tuhaf gencin otorite gözünde her anlamda suçlu olduğunu da… Hem mülksüzlüğü, iletişimsizliği seçerek “normal” v e “makul” olanı reddetmedeki ısrarı hem de otoritenin mülkiyet sınırlarını ihlal ettiği için. Otorite; hırpalanmış kadının gayri meşru şiddete başvuran zorba kocası olabildiği gibi unutulmuş olan yaşlı bir adamın babalarını birdenbire hatırlayan çocukları da olabiliyor.


İnsanların artık eşyalarına bile yabancılaştığı modern dünyada farklı olan farklılığı oranında düzen için tehlike teşkil ediyor. Bu durum da tehlikenin bertaraf edilmesi, hem otoritenin gücünü koruması hem de sistemin çarklarının düzenli olarak işlemesi için olmazsa olmaz oluyor. Kocaman apartmanlarda komşularını tanımadan yaşayan insanlar etraflarına yabancılaştığı oranda bencilleşiyor, bencilleştikçe de yabancılaşıyor. Öyle ki gündüz vakti komşunun evine giren bir hırsızı komşusu sanabiliyor, hırsız olduğunu anlasa bile huzuru sarsılmasın, düzeni bozulmasın diye tepkisiz kalabiliyor, tepkisizliği ise yalnızlığını artırıyor. Bu duyarsız ve bencil bireylerin yarattığı yalnız ve mutsuz toplumda bu sessiz gencin bir yer bulabilmesi elbette zor. Belki de bu yüzden girdiği evlerde bulduğu fotoğraflarla kendi fotoğraflarını da çekiyor. Tanımadığı bu insanlarla fotoğraflarda buluşup onlarla yokluklarında barışıyor. Bu tuhaf bir paylaşım türü, biraz uzak bir yakınlık hissi belki ama toplumun diğer birçok ferdinin birbirine ve kendine daha yakın olduğunu iddia etmek de güç. Belki de bu yüzden çocuğun bu insani yani antipatik ve garip kaçıyor, suçlanmasına ve dışlanmasına neden oluyor. Yönetmen, gencin kalıpları hiçe sayan ve dolayısıyla “homojen” modern devlette yerleşebildiği yegâne konum olan “ötekiliğinin” (ve bu durumun yarattığı nesne olarak algılanışının) ötesinde yatan insanı ve bu insanın modern iktidarın farklılıklara kör nesnelliğine sıkışıp kalmış paylaşımcılığını gösteriyor bizlere. Yaşam kodları farklı olan bu genç adam otoritenin köşeli, sınırlı ve bir o kadar da bunaltıcı gerçekliğinden kaçıp bir hayale, masala sığınmış gibi. Tabi kaçarken yanında aşık olduğu bu kendi gibi sessiz kadını da götürmeyi unutmuyor. İşte bu yüzden yönetmen, filmin kadının da erkeğin de ayrı ayrı rüyaları olarak kabul edilebileceği gibi zorba kocanın kâbusu olarak da görülebileceğini söylüyor.

Ayrıca güç ve şiddetin simgesi golf topları çocuğun elinde kimi zaman pasif kimi zaman ise birebir şiddetin simgesi haline geliyor. Topa bir delik açan tuhaf genç topu metal bir iple sıkıca ağaca bağlayıp lüks binalara doğru fırlatıyor. Ağaca bağlıyor çünkü golf topu o kadar serttir ki birini öldürebilir. Zaten sert vuruşlara dayanamayan kablo sonunda kopuyor ve top serbest kalarak birisine zarar veriyor Genç adam golf toplarını birilerini incitmede kullandığında ise (zorba kocaya yaptığındaki gibi) sanki adalet dağıtmaktadır, ama kendi sıra dışı ve garip yöntemiyle…


Bu iki aşık boş evlere girmeye beraber devam ederlerken otorite ve uzantıları bu tılsımlı rüyayı sarsıyor. Genç adam hapishaneye, yaralı kadın ise kocasının yanına gönderiliyor. Filmde Uzakdoğu felsefesine özgü bir pasif direniş burada gösteriyor kendisini. Zira kahramanlarımız şiddete karşı koyacak güçleri olmadığı için bir yandan düşmanlarının yılmasını beklerken diğer yandan da sabırla ruhlarını eğitiyorlar. Genç adam bedenini ve zihnini tanıyıp onları eğiterek insanların göremediği noktalarda dolaşmayı öğreniyor sonunda ve sonuç olarak evlere girmeye devam ediyor, üstelik bu sefer hayalet gibi dolu olanlarına. Dünyaya eline çizdiği gözle bakmaya başladığında bedeninin sınırlarından kurtulup hareket alanını genişletiyor. Bu sefer tartının üzerinde buluştuğu genç kadınla beraber varolmanın hafifliği aşkın dayanılmaz hafifliğine dönüşüveriyor.

Kim Ki Duk sinemasının minimalist anlatım dilinin derinliklerinde yatan güç belki de bu 3. göz anlayışıdır. Yönetmenin filmleri de dünyaya bakmak ve onu dönüştürmek için 3. bir göz gerektiğini devamlı hatırlatmaya çalışır gibidir sanki. Tabii üçüncü göz yetmez; yalnızlığı ve dışlanmayı ama diğer yandan özgürleşmeyi göze alacak cesaret de gerekir.

7 serzeniş:

kim gölgesinden kaçabilir ki dedi ki...

paylaşımın için teşekkürler......

S dedi ki...

kendisi, cok sevdigim bir film olmakla birlikte. cok da ozeldir benim icin.. hakkinda, bir kac kelam etmisligim, kim ki duk amcaya kendi kendime mektup yazmisligim bile vardir:

bana sifirin yokluk degil de, denge oldugunu ogreten yonetmene.. (kim ki duk sen bizim herseyimizsin!!!)
ruhlarin agirligi yoktur demek istemedin biliyorum.. ibrenin sifiri gosterdigi o an bana sadece hic konusmayan iki ciftin birbirini ne kadar tamamlayip dengelediklerini degil, benim hayatimda da boyle birinin oldugunu ogrettin.. tipki sabirla mevsimleri ogrettigin gibi..
belki de bu filmi hic izlememis olsaydim, hic bir zaman bilemeyecektim sessizligin ne kadar cok sey anlattigini.. hic duyamayacaktim sessizligin bonus track`i olan huzuru..
coook konusasim var aslinda ama.. senden ogrendigim birsey daha var evet.. gosterebilecegin seyler hakkinda konusma..
o yuzden.. afisini gosterdim cokca kisiye.. izlemeyenler de izlesinler, sadece buyulenmesinler, ayni zamanda bilgelessinler diye..

.../J/... dedi ki...

dogru "o" yokluk degil sonsuzluk demektir:∞

hayatima kim ku duk olgusunu sokan harika yapit...

Adsız dedi ki...

naçizane; çok doyurucu bir bin-jip analizi olmuş.

natacha atlas sesinden gafsa da filme ayrı bir hüzün, efsun katmamış mı...

zuspus! dedi ki...

Katmış.

ah kin mai dedi ki...

aitsizlik var bu filmde.herşey başkasının ve aslında kimsenin değil.Kim ki duk'un en sevdiğim 3.filmi.

mokssha dedi ki...

insanlar birbirleriyle anlaşabilmek için neden kelimelere ihtiyaç duyuyor ki?

sessizlik yeterli olabilmeli... ki bu film bize bunu göstermeye çalışıyor aynı zamanda.